Ana içeriğe atla

Günce

Çocukluğum Suadiye'de, uzunca bir sokakta geçti. Okul dönemi biter bitmez anneannemin evine taşınır, tüm yazı orada geçirirdim. Az araba, bol akran, çok hareket ve fazlaca hayal ürünü ile ürettiğimiz oyunlarla yemek yemeyi bile unuttuğumuz günler geçirirdim. 

Gece olunca ben anneannemin kucağında yatardım, birlikte televizyonda film izlerdik, o uyuyakalırdı. Odalarımıza geçtiğimizde dayımın zamanında evde gizli sığınaklar yaratıp sakladığı kitaplara göz atardım; hepsi eskimiş kağıt kokan ve içinde çoğu kişinin duymak istemeyeceği fikirler barındıran hayal dünyalarıydı. Uykuya daldığımda, kendi hayal dünyamla baş başa kalır, tüm gün özümsediğim bilgi birikimi ve deneyimlerden bağımsız dünyalarda kah büyülenir kah kavrulurdum.

Büyümeye başladığım o dönem geldiğinde kafamda binlerce soru, hala sokakta top oynamak isterken bir yandan top oynadığım çocuğa baktığımda karnıma giren ağrıları keşfetmeye çalışıyordum. Her şey her gün defalarca karışırken hayat da devam ediyordu: sokaktaki araba sayısı artıyor, "yeni bir oyun aldım, bilgisayarda oynayalım mı?" soruları garip gelmemeye başlıyordu. Erken gençlikte, dünya tümden değişirken öyle bir kaygan yolda yürüyorduk ki hiç itiraz etmiyorduk. Bulunduğumuz güvenli fanus kırılmaya başlamıştı ve buna hevesliydik. Çünkü hayat epey heyecanlıydı; yıllardır okuyup deneyimlemediğim tüm duygular gün yüzüne çıkıyordu işte.

Küçüktük be, daha kirlenmemiştik işte kısaca.

Seneler geçmişti. Bir gün gitar kursundan eve dönüyordum. Minibüse genç bir erkek bindi, hemen gözlerim tanıdı onu; ama zihnim çıkaramıyordu, nereden aşikardım bu yüze. O da uzun süre bana baktı, sonra yerine oturdu. Bir süre minibüste sessizce ben onun saçlarına, o arkasını dönüp gözlerime baktı. Tanımıştım tam inerken, o top oynadığım, karnımda ağrılar yaratan çocuktu bu genç adam! Çok değişmemişti aslında, sadece ergenliğin verdiği sivilceler sarmıştı yüzünü. "O an inmeseydim" dedim içimden sonraları, "Bir kahve içer miydik acaba?" Ama inmiştim. Hayatta anlık verdiğim kararlardan sadece biriydi bu; sonsuz ihtimal olasılıkları doğuran tüm paralel hayatlarımdan sadece bir tanesinde yaptığım ufacık bir tercih. Hatta ufacık olduğunu bile bilmediğim, hayatıma yansıyacak etkisini asla kestiremeyeceğim ve bilemeyeceğim anlık bir karardı o minibüsten inmek. Bir daha da asla görmedim onu. Görmüşsem de tanımadım.

Bugün yaklaşık yirmi beş sene sonra tekrar çocukluğumu geçirdiğim o sokağa döndüm. Çoğu bina yıkılmış, yeni ruhsuz yerleşkeler dikilmiş, dut ağaçları kesilmiş, oyun oynadığımız bahçeler talan edilmiş olsa da hala hatıralarımdaki bazı ikonları yerli yerinde bulabildim. Kar topu savaşı yaparken saklandığımız siperler, meyve yemek için üzerine çıktığımız arabaların sahiplerinin bizi kışkışlamaları ve hatta çocukluk arkadaşlarımın yüzleri dahi gözümün önüne geldi. Şimdi neredeler, nasıl görünüyorlar acaba diye düşündüm. O upuzun sokak kısa bir yürüyüşle bitiverdi. Çocukken dünyamız ne kadar genişmiş meğer, ne kadar sonsuzmuş tüm olasılıklar ve yapabileceklerimiz. Büyüdükçe aslında ne kadar dar kafalı, duyarsız, hayatı tek çizgide yaşayan bireylere dönüştüğümüzü düşündüm. O kısacık; ama upuzun sokağa dimdik girmiştim; ama sokak biterken kamburum çıkmıştı. Anılar kötü geldi diye değil, o günden beri beni mutsuz edecek ne çok şey biriktirmişim diye üzülmüştüm aslında. Sanki bütün hayatımın sorumlulukları, yıkımları her adımımda üzerime tekrar çıkmışlardı.

Bu akşam eve kalabalık döndüm. Kafamın içindeki gürültü, "Yalnızım bu gece, tamamen." dedirtemiyor bana. Neden nefret sevgiden daha baskın bir duygudur? Güzel anılar hatırlandığında onulmaz bir mutluluk verse de nihayetinde yerini hüzne bırakır, sadece geçmiş gitmiş oldukları için? Neden mutsuzluklarımız bizi şekillendirirken kahkahalar süreleri dolunca masayı terk ederler? Nihayetinde tüm bu melankoli aslında sonsuz ihtimal olasılıkları doğuran tüm paralel hayatlarımdan sadece bir tanesinde yaptığım ufacık bir tercih mi? Bunu belki bir gün öğreneceğim, şimdi ise bugün basit bir insanım sadece ve mantıksal doğruda değil his boyutunda var olmayı tercih ediyorum. Hepimiz için ve herkes kadar.

Yarın uyandığımda bugünkü hislerimin ne kadarını yanımda götürmüş olacağımı bilmiyorum, düşünce bulutumda neler değişecek, paralel hayatlarıma daha ne kadar alternatif açılmış olacak ön göremiyorum. Tek bildiğim, her yerdeki kendimin dertlenmiş her yanı benim bir parçam. Onlarla tanışmayacak olsam da bendeki yankılarını hissediyor ve kabul ediyorum. Tüm olasılıklar, bir şekilde benim farklı versiyonlarımı yaratarak beni var ediyorlar ve bunu düşünmek bile iyi geliyor aslında. Tüm "keşke"ler tüm pişmanlıklar koca bir zaman kaybına dönüşüyor. Çünkü illa ki var oluyorum; çok fazla içip araba kullandığım bir alternatif hayat yoksa tabi :)

Sonuçta negatif duygular bizi daha çok şekillendirse, büyütse ve öğretse de içimizden nasıl geliyorsa öyle yapmalıyız sanırım. Evrenin mesajlarını okumaktan korkmamalıyız. Çünkü görmek istersek ve eğer isyan etmezsek huzur bir yolunu bulup şer deryasının içinden fışkırabiliyor. Nasıl olsa bir gün o sıkı sıkı kapattığımız karanlık perdeleri açasımız geliyor, içimizde hiçbir baskı hissetmeden hem de.
Ve bunu bilmek bile yeterli. 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Chares Dickens - Büyük Umutlar" Kitap Eleştirisi (Kitabı okumuş olanlar için)

- Bunun ne olduğunu biliyor musun? - Evet efendim, göğsünüz… - Hayır! Bu benim kalbim, ve kırıldı… Bazı hayat döngülerinde tutulup kalmak herkesin yaşadığı bir anı değildir. En azından gördüklerimi söylüyorum size; yalan söyleyecek değilim. Kalbin en ortasından, kanamayı bile geciktirecek denli ince bir çizgiyle kanırtan yaşam öyküleri, gerçek olmasalar da, eninde sonunda yaralar bazı yürekleri. Yazacak çok şey var ve bir o kadar da az… Klişeler iyi satar diye değil, birazdan kanamaya başlayacağım, ondan çabucak atmak istiyorum üzerimdeki vazifeyi. Charles Dickens’ın “Büyük Umutlar”ı kalın bir kitap, evet; ama her sayfa sayısını hak etmiş bir roman. İçinde aşkı, nefreti, nankörlüğü, sersefilliği, zenginliğin uçarı havasını, patlayan balonları, mahkûmiyetin soluk isini aynı anda duyumsatan bir eser. Sanki Pip ile ben de çocuktum, ergendim, olgunlaştım ve büyüdüm. Sanki Estella’ya ben de âşıktım. Sanki hayatımın en verimli dönemind...

Denize Doğru

Yaşanacak her şeyi yarım kalmıştı. Her şeyi yarım bırakmıştı ve daha yapmak istediği çok şey vardı. Durdu. Sigarasızlık, düşünmesine ket vuruyordu. Sigara içiciliğini de yarım bırakmıştı; herkes ve her şey gibi. Konsantre olmaya çalıştı. Eski İstanbul manzaralı penceresinden hayat koşuşturmalarını izledi biraz. Dışarıdaki havayı gözleriyle soludu; bir an kendi acelelerini unutmak için. Dalmış. Şehrin ışıkları yanmış. Gökyüzü kırçıllı masmavi. Baktığı kömür gözlerin rengine boyanacak Dünya az sonra. Biraz daha beklemeli... Kendisinden bahsederken hep üçüncü kişi kullanması, yabancılaşma, hırçınlaşma ve sahipsizleşme demek olduğu kadar, - eğer keskin bir zeka bunu kavrarsa aynı zamanda şeffaflaşma da demekti. "Ben" demeden birçok gerçeği açığa vurabilirsiniz kendinizle ilgili. Yazdığım bütün satırları heba edesim var.  Çünkü ben, bende değilim. Bir kadeh şarap. Üzerinde çay lekeleri olan defterin her sayfasının sağ üst köşesi çevrilmekten silikleşmiş. Kendi yazım...bazen ...