K.

Hastalığıyla gurur duyuyordu, hatta bir adım daha ileri gidip bunun kendisine Allah’ın bir lütfu olduğunu söylüyordu. Polonya’da, annesinin bilmem kaçıncı veledi olarak dünyaya gelmiş, ve yine “kız” olmuştu. Sanki kendisi seçermiş gibi cinsiyetini,

-Aaa, pardon kuzum. Babamgiller sanırım artık orospu istemiyoglar evde. Bir penis rica edecegtim.

Kader bu ya, annesi K.’yı doğurduktan hemen sonra
Postpartum Psikoz* geçirmiş, K.’yı neredeyse doğramış kendisini de gırtlaktan sobelemişti. Sesinin tellerinin deforme olduğunu iddia ediyordu o gece K. . Nasıl ediyorsa! Daha küçücük bir bebekken çığlık çığlığa ağlamışmış. Ağzından gelen kanların ses tellerinin düğümlenmesinden mi yoksa midesinin yarılmasından mı bilememişmişler doktorlar.
Sanki birinci tekil anlatılabilirmişmiş gibi bu hikaye!
K. daha bebekken, anlayacağınız, bilmem kaç ay hastanede kaldı. Neredeyse kardeşlerinin sayısıyla orantılı; ama rakam vermeyeceğim, zira honte! Doğar doğmaz başlayan hastane macerası bana kaderin var olduğunu; ama çok hoyrat bir halattan ibaret yaratıldığını tekrar kanıksattı. Neyse, biz hikayemize dönelim, edebiyat paralama yok bu öyküde. Bu öykü, kader gibi, hoyrat bir halat olsun bu sefer.
Alkolik baba da, sağ olsun, kızlarının “hayat bilgisi” dersiyle birebir ilgilendi. Hepsine yıldızlı pekiyi verecek kadar eğitti onları.

-Hmm…Hem o beyefendi notlarını veriyor, hem de eğitim işini mi görüyor? O zaman kendi kendini puanlıyor bu herif ayol!

Anladınız siz büsbütün ayyaş babanın açık öğretim fakültesini; ama bu fakülte on senelik falan. Yanlış anlaşılmasın. Fakülteye “genetikten” girenlere master ve doktora bedava! Gel vatandaş geeeel!
Yaşı on sekize dayandığında babası çekiliverdi sırtından K.’nın. “Haydi bakalım, eve ekmek getireceksin. Bakkala uğramışken bana da bir cep kanyağı alıver yavrum.” K. , sokaklarda, kıçında yırtık mini eteği sürünüp durdu birkaç yıl. İşte şimdi hak verir misiniz bilemem hastalığıyla gurur duysun mu duymasın mı? Yattığı ter kokan göbekli herifleri; esmer, yeşil gözlü, bembeyaz iri dişli bir forma sokuyordu, sokabiliyordu. “Bir hayat kadını için daha iyi bir yetenek bahşedilebilir mi?” O böyle diyordu işte. Kafasında oluşan tek bir motif vardı; ince işlenip sık dokunan. Hep o forma sokardı ona sahip olan erkekleri. Bir tek babasının şekil değiştirmesini sağlayamıyordu kafasında. Bir tek beynine giden damarları tıkayan leş pıhtı, babasıydı.
K.’nın cildindeki dikiş izleri (neyse ki yüzünde yok) kalbindeki duyguları akıttı yaşı ilerledikçe. Yirmi yaşında gencecik bir beyinken, zamanının talihsizliği sebebiyle gencecik bir tatmin makinesi oluverdi.
Kardeşlerini mi soruyorsunuz? Onları anlatamayacağım hiç. Bu öykü, K.’nın öyküsü. Ona ait olan bir tek bu öykü var. Bırakın öyle kalsın.
Polonya’da “yuvarlanıp gidiyoruz” hayatından başka tek dayanağı vardı soyutsallığa dökülmemesini sağlayan: komünist çarıklarını kadınsılaştırdığı mor menekşeleri. Odasındaki pencere kenarında küçücük bir saksıda küçücük menekşeler…Hem de mor…Göz torbalarının altına sinen mordan değil bu, taptaze bir mor. Tatmin makinesi değil de, “Kadınım!” diye haykıran evdeki tek “nesne” olan mor menekşe saksısı… K. , her sabah menekşelerle konuşur, onlarla özel yeteneği sayesinde sohbet bile ederdi. Sonra sevgiye en çok susayanları seçer, kurutup çarığının ucuna açtığı ufak deliklerden sokardı onları. Hele biri rüzgara kapılıp çıkıversin çarığından, günü öyle kötü geçerdi ki, daha “sinerji” diye bir kavram yokken hissederdi tepesindeki mavi haleyi.

-Çok sıkılıyogum aslında kendi başıma. Kasılmayan bir beyin kasım kalmadı bu küçücük odada kuzum. Haydi, çıkar beni buradan. Lutfen !

Yine makineliğini konuşturacağı günlerden bir gün, kalbi topak topak oldu. Öyle nefessiz kaldı ki, gırtlağının DNA formları gibi bir şekle büründüğünü hissetmiş kadar oldu. Karşı kaldırımdaydı işte beklediği adam! Esmer, yeşil gözlü, bembeyaz iri dişli erkeği! Karşı kaldırımdan ona el sallıyordu. Elleri, işçi elleri gibi güçlü, bir Çar’ınkiler gibi yumuşacıktı. Adım attı K. ‘nın yanına gelmek adına; hayatlarında, ileride birlikte geçirecekleri hayatlarının başında ufacık bir adım. Ne olduysa o an oldu, bir anda hızlıca bir araba geçiverdi uçurumlardan oluşan aralarının arasından. K. bakakaldı. Yola fırladı erkeğini aramak için. Dosdoğru delikanlının yok olduğu yere kadar koşturdu. Talihi var (mı?), yara almadan bulunmak istediği noktaya vardı. Görünürde hiç kimse yoktu. Yol boyunca yürüdü. Bir kan lekesi görmeyi bekledi. Bir şey bulamayınca rahatladı. Kendisi form değiştirebiliyorsa erkeğinin de özel bir gücü olmalı değil mi? Demek o da uçabiliyordu veya ne bileyim, toza dönüşebiliyordu. Sevinmeye çalıştı, yüzünü hafif cilveli bir gülümseme kapladı.
O gece vardiyasını uzattı K. . Sevdiği erkekle sonsuza kadar sevişebilmek istedi. Vücudu aşınsa, parçalansa, nasıl olsa dikilebilir cinsten onun postu. Sevişti alnındaki zevk boncuklarıyla.
Eve döndüğünde, kuşlar, yavrularına solucan bulmak için çoktan yuvalarını terk etmişlerdi bile. Evin sessizliği üzerine çöktü. Bir sigara yaktı kuytu köşede. Odasında asla sigara içmezdi, mor menekşeleri yüzlerini asmasınlar diye.
Rüyasında karnını okşuyordu sevecenlikle. Yanında esmer erkeği, mor menekşe dolu bir bahçede oturuyorlardı. Sonra karnı şişti, şişti de şişti. Sular fışkırdı karnından her tarafa. Kan ter içinde uyandı. Karnını kontrol etti.
“Acaba…?”
Erkeğiyle sevişmiş olsaydı eğer o gece, doğacak piçinin babası hakkında da bir fikir sahibi olurdu elbet. Karnı şiştikçe babasından bebeğini sakınmak da zorlaştı. Ya düşük yapacak, ya kaçacaktı evden. Kaçmayı seçti gözleri kapalı. Yanlış anlaşılmasın, çocuğuna olan sevdasından değil, düşük yapmanın korkusundan.

-Beni biraz daha insan formunda anlatamaz mısın insanlara sevgilim?


Bir tek yanına saksısını aldı giderken. Bir mektup bile bırakmasına gerek kalmadı böylece evdekilere. Bir taşla iki kuş. Kafasını yarmaz umarım.
Bu çocuğu büyütemezdi. Hayır, bu çocuk erkeğinden olmadığı müddetçe kabul edemezdi onu. Zaten çocuğunun yazgısı milyonlarca meninin karışımı olan bir Frankenstein olmamalıydı. Gururlu kadındı bir yerde. Küçük lokmalarla, en az yirmi beş kere çiğnemeden yutmuyordu yediği yemekleri.
Bir tüccarla iş pişirip Türkiye’ye yollanmaya karar verdi. Zavallı kız, tır şoförlüğünü ticaretle uğraşmaya bir tutmuş, bir tır şoförünün altına gire gire varmıştı Türkiye’ye. Hem kaçak, hem yabancı; nasıl bir cesaret bu? Yatacak yeri, yiyecek lokması yok; ama eli ekmek tutuyor Allah’tan.

-Demek o kadar boğuyordu o hayat beni…

Türkiye’de gördü ki, bu sektörün noktaları var: pezevenkler. Sığındı bir tanesinin himayesi altına. Adam da bir aileyle anlaştı iş adamı edasıyla, kısırlıktan kurumuş ruhlarına gelecek bebeğin bir orospudan olduğunu söylemeden trink! aldı paralarını. K. , yorgun, hayallerinden uzak, dinlenmeye çekildi bir süre. Doğuma yakın, vazgeçer gibi oldu çocuğunu ellere vermekten. Güzel bir sopa yedi hemen ardındaki sekansta. “Keşke,” diyordu içinden, “karnıma vursa da Allah’ın cezasının suçu olsa yanan paralar.” ; ama olmadı, beceremedi, doğurdu günü gelmiş çocuğunu. Eline aldığında ufacık bebeğini, gördü ki gözleri yemyeşil, teninin rengini annesinden almış ama, süt beyazı. Yalnız bebeciğinde kendi tenindeki yaralar yok. O kadar saf ve masum ki, gözleri doldu bebeğin dişsiz ağzından gelen gülücüklerle. Vatanından kaçmıştı, şu hastane odasından mı kaçamayacaktı? Başarırdı o, bugüne kadar kendi başına ayakta durabilmişti. Kadınlığının en doruklarına çıkmış, aynı zamanda bir erkeğin olabileceği en vahşi ebatlara da sığabilmişti.
Pezevengine bir süre hastaneye gelmemesini söyledi. Emzirme döneminden sonra verebilirmiş ancak çocuğunu, bu yüzden şüphe çekmeyelim dedi. Dünyanın en adi heriflerinden olan pezevengi de mantıklı buldu bu düşünceyi. K. , zaman kazanabilmeyi başardı düşünmek için. O günlerden bir gün kapı açıldı, K. , tam küfür basacakken gelenin pezevengi olduğunu sanıp, içeri esmer, yeşil gözlü, bembeyaz iri dişli erkeği girdi, elinde bir demet mor menekşeyle beraber. K.’yı alnından öptü ve usulca:
“Çok geç kalmadım ya.” dedi.
“Asla sana geç kaldın diyemem.” diye cevapladı K. “Ama beni buradan bir an önce çıkar.”
Adam, gözleriyle çok şey anlattı o an. K.’ya öyle bir baktı ki, içi güven doldu, tenindeki yaralar kaynayıverdi. K. hemen hemşireden çocuğunu getirmesini istedi.
“Bak.” dedi. “Aynı sana benziyor.”
“Senin güzel teninin rengini almış ama. Haydi, gidelim buradan bir tanem.”
K. üzerine sadece montunu aldı. Kucağında bebeği, yanında ona kol kanat geren erkeği ile beraber korkmadan dışarı çıktı. Merdivenlerden usulca indi ve İstanbul sokaklarına karıştı bedenleri.
Bir otele gittiler; ama şu lüks otellerden birine. Hani iki odaları oluyor ya, onlardan. Bebeklerini güzelce yıkadılar beraber. Temiz pak çarşaflara dolayıp uyuttular koyunlarında. Sonra Adam K.’yı sevecenlikle sabunladı, saçlarını yumuşacık dokunuşlarıyla şampuanladı. Onu beyaz havlulara sarmalayıp kucağına aldı, yatağa götürdü.
Birbirlerine bakıyorlardı şimdi, öyle güzel, öyle derindi ki bakışları. Adam eğilip öptü K.’yı dudaklarından. Az önce sarmaladığı havluyu döktü üzerinden. Bu sefer, gerçekten erkeği ile sevişiyordu K. , ilk defa adamın tenini, kıvrımlarını duyumsuyordu.
Yavaş yavaş seviştiler. Hiçbir şeyi aceleye getirmeden, çünkü yıllardır K. zaten acele sevişiyordu erkeğiyle. Adam parmak uçlarıyla okşadı K.’nın vücudunu, gözlerinden öptü. K. , erkeğinin geniş sırtında halkalar çizdi büyüklü küçüklü. Bu sefer canlandırma yoktu ama gözlerinde, gerçeği birebir yaşamak istiyordu.
K. uyumak istemiyordu. Oysa o kadar yorgundu ki… Bunun bir düş olduğundan o kadar korkuyordu işte. Yataktan kalktı, yan odaya, bebeğinin yanına gitti. O kadar güzel bir varlığı dünyaya getirebildiği için Tanrı’ya gözyaşları içinde dua etti. Yatağa geri dönüp erkeğine tekrar dokundu. Oradaydı evet, gerçekti. Adam K.’yı kollarına aldı,
“Uyu, korkma. Ne yapabilirler ki sana?” dedi.
K. gözlerini devirdi. Adamın göğsünde otuz beş yıllık bir uykuya daldı.

Uyandığında uyuduğu odada olmadığını fark etti. Yerinden sıçradı. Koşarak yan odaya gitmek istedi; fakat burası tek kişilik küçücük bir odaydı. Etrafında ilaç kutuları ve ismini yazan dosyalar yığılıydı. Çıldırmadı, sadece kalakaldı öylece. Aklına ilk gelen erkeğinin bebeklerini alarak kaçıp gitmiş olduğuydu. Oysa esmer delikanlı, K.’yı hiçbir zaman terk etmemişti. Etrafına bakındı, odayı karıştırmaya başladı; ama darmadağın ederek değil, usulca. Anne olmak, ondaki hırçınlığı büsbütün yok etmiş, sevecenlik aşılamıştı. Yatak çarşafının altında bir oyukluk duyumsadı. Elini o oyuğa soktu ve yaprak yaprak mor menekşe saçıldı etrafa. Bunlar neden buradaydı? Hatırlamıyordu besbelli. Hemen geri topladı yaprakları. Terliklerini ayağına geçirip üzerine kilitli olan kapıya vurdu üç kez. Üç tane tını. Do bemol, ya da Si; hangisi kulağa daha güzel gelirse. Beyaz önlüklü, güleryüzlü bir bayan açtı kapıyı.
“Günaydın Madam K. Size kahvaltınızı getireyim; ama isterseniz küçük bir yürüyüşle gününüze başlayabilirsiniz.”
Madam K. , işaret ve orta parmağını yürüyormuş gibi yaparak dışarıya çıkmak istediğini belli etti. Çıktılar. Yaşı hayli geçkin bir ağacın altına oturdular. Nerede olduğunu biliyordu elbette. Sadece sanrılar gelip gidiyordu böyle acımasızca.

-Kuzum, doğrusunu anlatsana. Ayıp oluyog ama millete!

Türkiye’ye yollanmak için bindiğin tırın içinde başlamıştı kanaması K.’nın. Çocuğu sanki kaderini bilirmişçesine, ölmek istemiş gibi, öyle ani başlamıştı kanama. Şoför, kaçak olduğu için panikleyip yol kenarına fırlatıvermişti K. ‘yı. Şans eseri ordan geçen bir araba onu fark etmişti ve hemen hastaneye götürmüştü. Madam K.’yı yolda bulup hastaneye o ölmeden yetiştiren delikanlı, esmer, yeşil gözlü, bembeyaz iri dişliymiş. Elleri bir işçi eli gibi güçlü; ama bir Çar’ınki gibi yumuşacıkmış. Hastane görevlileri öyle demişlerdi.
K. orada bakıma alındıktan sonra tinsel sağlığı için de birkaç test yapılmıştı. Rezidüel Tip Şizofreni** teşhisi konulunca o hastaneden ruh sağlığı hastanesine sevk edilmişti. Odasında çıkarılacağını anlayınca mor menekşelerini koparıp orasına burasına sıkıştırmıştı. Sonra da o oyuğa doldurmuştu en değerli varlıklarını.
Madam K. , bahçede otururken terliklerine baktı. Ordaydı işte biricikleri. Bir tanesi bile rüzgarın cilvesine kapılıp uçsa, ağlamaya başlardı. Ruhunda yatan annelik onu sessiz, kendi halinde bir insan yapmıştı. Duygularının taşıp taşıp geri boşaltıldığı denizinde tek başına, tanımadığı bir ülkede, Polonya-Türkiye tren yolu arasında bir yerde kalan bebeği ve hayallerindeki, istese her an yanı başında bitecek sevgilisi ile kurduğu, kurmak zorunda kaldığı dünyada dün geceki gibi gidip gelmeler artık hastalığının som demlerini yaşadığını göstermekteydi. Madam K. , “Orospuluk için daha güzel bir yetenek olabilir mi?” derken, aslında tek bir şeyi biliyordu: sonunda yine de gururunu bu hastalığa kaptırmayacağını. Zaman geçirmek için kimseye ihtiyaç duymadığı şu hastanede, tek başına bile milyonlarca arkadaşı olabilecekse ve illa ölecekse, hayallerinin ona bahşettikleriyle şampanya içerek ölümünü kutlayabilecekse, o zaman haklıydı Madam K.
Orospuluk için verilmiş daha güzel bir yetenek olamazdı.




*Doğumdan sonra ortaya çıkan şiddetli depresyon ve düşünce bozukluklarıyla belirli bir hastalıktır. Genelde doğum sonrası 2-3. günlerde ortaya çıkar. Bebeğine veya kendine zarar verme düşünceleri belirgindir. Görülme sıklığı binde 1-2’dir. Genelde ilk kez doğum yapanlarda görülür.

**İçe çekilme, konuşmazlık, donuklukla belirli olan tiptir. Belirgin düşünce bozukluğu, ses duyma, dağınık davranış yoktur. Yavaşça ilerleyen şizofreni biçimidir. Hasta, Şizofreninin bütün evrelerini geçirir.

Yorumlar

  1. Geçen seneden kalma bir yazı olmalı. Ama hoş! :)

    YanıtlaSil
  2. hoşgeldin demek geliyor içimden, ama buyur eden değilim. olsun.. sonunda bu işe giriştiğin için seni gönülden kutluyorum kardeşim, anıl'dan sonra artık bir blog daha takip edeceğim demek.. güzeeeel:)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Chares Dickens - Büyük Umutlar" Kitap Eleştirisi (Kitabı okumuş olanlar için)

"Gustave Flaubert - Madam Bovary" Kitap Eleştirisi (Kitabı okumuş olanlar için)

Günce - 15 Mart, 22