Nihayet Makamı

Gözlerini bir anda açtı; sanki unuttuğu bir şeyi hatırlamıştı. Yataktan doğruldu. Saçlarını karıştırdı. Kalkıp aynaya baktı. Vücudunda dünden kalma bir iz aradı. Bulamadı. Tepkisizce yüzünü yıkamaya gitti (hikayelerde işemek-sıçmak olmaz). Aynada yüzüne odaklandı uzunca bir süre.
"Eskiden pişmanlıklar vardı en azından hissedebildiğim." dedi. Bu kadar umursamaz olduğuna sıkıldı içi. Hissizleştikçe umursananlar da değişmişti.

İçi sıkılıyordu, şımarıkça tatminsizdi; ama bu, bilerek yaptığı bir şey değildi. Detaylara giremeden her olguyu gerisinde bırakıp kaçmak istiyor, sonra başka bir şeye çok heyecan duyarken zaman dalgalarının altında kalıyor ve yine sıkılıyordu işte. Vardı bir sebebi...

Mesela, yazdığı hiçbir yazı ona yetmezdi. Hiçbir zaman kendini yeterince ifade edebilmiş hissedemezdi.
Çünkü, hiçbir şey hayal ettiğiniz kadar güzel değildir.
Hiçbir'liklerle yaşamını idame etmek, kaçınılmaz bir realite olup çıkmıştı. Kendine katlanamadığı kadar, başkalarına da katlanamazdı. Sarılıp uyumaktan nefret ederdi; ama beline sarılan hiçbir kolu bugüne kadar daha iteklemedi.
Ne derse desin, herkes kadar o da yalnızlıktan korkuyordu işte. İç dünyasındaki karartının engellediği tüm sevgi gösterilerine aç ve susuzdu. Sevginin kayboluşunu duyumsamaktı çekindiği. Kaçındığı ve sakladığı, saklandığı yalnızlığının temel taşı buydu işte.

Koskoca Zeki Müren: "Rüyalarda buluşuruz." dememişti herhalde boş yere! Rüyalar, tüm bu dijital dünya zırvalıklarına rağmen hayallere en yakın platformdu; ironik bir şekilde insanlığın başlangıcından beri var olmuştu ve hatta belki insanlıktan da önce (Dünya ve pekala Evren, bir hayal ürünü değil midir?). 

Yapacak onlarca önemli şey vardı önünde, o gününe dair. Ya da var mıydı gerçekten? Kedisini kucağına aldı, beyaz ensesini okşadı. "Seçme şansın olsa, acaba diyorum kalır mıydın benimle?" dedi kediye. Kedi mırrladı. Bazı gidenler gerçekten isteyerek, bazıları ise mecbur kalarak terk etmişlerdi O'nu. Nihayete baktığınızda, işte mirim, kendisi bizzat ve naçizane karşınızda yapayalnızdı.

Kediyi yere bıraktı. Kedi bacaklarına sürtünürken, "Üzülme be, boşver" der gibiydi; ama o bir dolunay gecesi gibi sıkış tepiş olmuştu daha şimdiden. Durun be azizim, daha gün yeni başlamadı mı? Veya başlamış mıydı gerçekten?

"Abuk subuk bir rüya işte bu toz bulutundaki daha ufak bir toz bulutunun en en ufak toz bulutu olan bu Dünya!"

Aslında, bakınız, genellemeler yaparken - mesela şu "Lanet olsun sana Dünya" söylemlerinde - şunu görmeyi hep atlarız - bilinçli - o Dünya bir nesnel objedir. Çok büyük, alabildiğince ufuğa doğan, ne çok anıyı yaşatan ve bir sürahi olsa çok kez dolmuş taşmış o Dünya; biz lanet ederken yalnızca bize aittir. Yalnızca bizim safımızı idrak eder o sıra. Bizim tutunup bizim def ettiklerimiz ile kararır veya aydınlanır.

Şimdi hala aynada kendine bakan o aptal da aynı yanlışta, Dünya'ya sövmeye devam ediyordu...

Girdimiz çıktımız hep yaşamak için. Hep aşk, her şey aşk'la iken aşil topuğun senin her neyse işte tam oraya karabasanlar oturmuş. Doğduğundan beri, hiçbir sebebi olmamasına rağmen hep mutsuzmuş.

Şarkıda der ya, "Büyüdükçe kendine daha çok benziyor insan."

Başı hafifçe döndü, bir duvara yaslanmak üzere yana doğru seyrirken duvar, bedeninin şekline bürününce işte o zaman gerçekten uyandı. Bir kez sıçradı.

Yataktan doğruldu. Saçlarını karıştırdı. Kalkıp aynaya baktı. Vücudunda dünden kalma bir iz aradı. Bulamadı. Tepkisizce yüzünü yıkamaya gitti. Aynada yüzüne odaklandı uzunca bir süre. Bir şeyler hatırlar gibi oldu. O tekinsiz sarı saçların yüzünde nasıl gezindiğini anımsadı ve nasıl kavga ettiklerini. Boğuşurken saçtan başka hiçbir şey görememişti. Sadece o tekinsiz sarı saçlar... Midesi bulandı, öğürdü. Ağzına elini attı ve ağzından sarı saçları çıkarırken eli, o sadece seyredebildi.

Geriye doğru düştü ve kafasını yere çarptı. Beyninin kıvrımlarından banyo seramiklerine kan oluk oluk akarken sırıttı. Yalnızlık böyle işte, diye düşündü, öleyazarken seni kimseler kurtaramaz.

Kedisi gelip yerdeki kanı kokladı ve içmeye başladı.

İşte şimdi hazırdı sonsuz uykuya. İstediği gibi olabilen, istediği yerde istediği anda olabildiği o rüyaların en hakikisi ile birazdan tanışmaya hazırdı. Gözlerini sımsıkı kapattı, o kadar sıkı kapattı ki gözleri ağrıdı.

Yataktan doğruldu. Saçlarını karıştırdı. Kalkıp aynaya baktı. Aynanın yansımasından penceresindeki manzarayı gördü ve refleksif bir şekilde pencerenin önüne koştu. Dolunay, puslu bulutların arkasından hızlı akışlarla görünüp kayboluyordu. Yıldızlar saklanmış, gecenin heybetine saygı duruşunda sesleri çıkmıyordu.

Ağladı. Ve biliyordu ki birkaç saat sonra o istemediği gün, en nihayetinde başlayacaktı. Aslında o gece hiç uyumamıştı. Gerçekten bir uyusa, bütün bunların hepsi bitecekti.

En azından bu hayatta daha yazılmamış bir şarkı mırıldanmaya başladı; geçmiş hayatlarından birinde, bu hayatındaki herhangi bir paralel yaşanmışlığına adandığını hem utanarak, hem utanmazca bilerek.

Psikolojiyle dalga geçen, onu yerden göğe sürükleyen, aynı zamanda en büyük aşkı olan acımasız dolunayın gözlerine gözlerini dikerek yatağa uzandı; asla elde edemediği, işkenceler çektiren o kurak aşkından kaçmadan.

Hem öfke hem sevgi beslediği o an ve tüm anlar için son bir kez daha kapattı gözlerini.

O uyurken midesini bulandıran sarı saçlar yastığının kenarına, havadaki elektrik akımıyla uçup kondu ve öğürerek çıkardığı tüm saçları tekrar yuttu. 


Bilmeden o da bir yıldız tozu olmuştu.







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Chares Dickens - Büyük Umutlar" Kitap Eleştirisi (Kitabı okumuş olanlar için)

"Gustave Flaubert - Madam Bovary" Kitap Eleştirisi (Kitabı okumuş olanlar için)

Günce - 15 Mart, 22